3 Ocak 2010 Pazar

Cazır cazırrr



Onunla ilk buluşmamızdı...
ya da son mu...
Telefon numaramı nereden bulduğunu anlamamıştım lakin garip bir his, onunla görüşmem gerektiğini fısıldıyordu sinsice.  Dediği yere tam saatinde gittim, beklemeye başladım. Bu şehirde şimdiye kadar önünden hiç geçmediğim garip bir yerdi burası ama şaşırtıcı bir biçimde bu mekanı bulmak öyle pek de zor olmamıştı. Dediğim gibi garip bir yerdi çünkü sonbaharın ortasında açmış çiçekler ve dökülmesi gereken yaprakların haddinden fazla coşkun olduğu ağaçlarla bezeli bir parktaydım. Ayrıca lüzumsuz bir huzur sarıyor gibiydi insanı ki bu his başka nasıl tarfi edilir bilemiyorum fakat anlaşılacağı üzere bilindik hislerden değişikti.
Saat akıyordu ve sonunda işte ordaydı. Bir hayli uzaktı ve hiç acelesi yoktu. Pek bi geniş adımlarla, bacaklarını sağa sola savurur gibi aça aça geliyordu bulunduğum yere doğru. Yüzünde müstehzi bir gülümseme mi vardı? Yoo, hayır. Galiba bana öyle gelmişti çünkü artık yanıma ulaşmıştı ve suratında çok net bir ifadesizlik ifadesi vardı. Hayatımda ilk kez böyle mantıksız bir tanımlama gereğini duymamın sebebi, bu surat gibisini cidden hiç görmemiş olmamdandır. Her bakışımda ifadesi değişiyormuş gibi gelen bu genç denebilecek yüz ve görece atletik olan bu vücut... Ne kadar ilginçti ki, konuştuğu ses tonuyla ve konuşma tarzıyla inanılmaz bir karşıtlık içeriyordu. İngilizce ya da Fransızca konuşsa pekala aristokratik bir konuşma tarzı denebilirdi lakin Türkçe konuştuğu için en fazla İstanbul ağzı diyebilirim bu konuşma üslubuna. Ağzından fütursuzca ve hoyratça dökülen kelimeler, bu yolculuk sırasında hiç bir engelle karşılaşmıyorlardı belli ki. Vurguları ve tonlamaları kusursuz olduğundan bi an için sözcükleri görebileceğimi bile aklımdan geçirmiştim, o derece...
Konuştuklarının muhteviyatı cidden çok geniş bir alanı kapsıyordu ve beni kendine inandırmaya çalışan, bu uğurda çırpınan bu arkadaşın motivasyon kaynağını tam anlamasam da hayatımda hiç bir konuya böylesine odaklanmışlığım baki olmadığından olacak, bi hayranlık sardı dört bir yanımı...
Anlattı da anlattı.
Uzaklara baktı, bi cigara sardı. Sardı sarmasına da ateşi yoktu bu garip delikanlının. Ben de cebimden çıkarıp yakmaya tenezzül etmeyince, "uzaklara bakarak derin düşünüyorum" fikrini vermeye yeltendiği hava parçalı bulutlu bir hal aldığı gibi, tütünsüz de kalmıştı garibim.
Sonra anlattı bi şiyler tekrar, ondan bundan. Hep hikaye ama... hep böyle büyük büyük zatların yaptığı bi şiylerden bahsediyordu. Her hikaye bitiminde kullandığı "yaaa" vurgusunun tiksintisi ve bulantısı ayak bileklerimden burun kıllarıma dek titretiyordu vücudumu. İşin en kötüsü de aralara sokuşturmaya çalıştığım kelime oyunları ve onun laflarından filizlendirdiğim geyik hamlelerimin her seferinde boşa gidişiydi. Bu kadar boş boğaz mı olurdu bir insan, bu kadar mı severdi konuşmayı ve bu ciddiyet ve bu otoriter tavır nereye kadar gidicekti, bilemiyordum, bilmek istiyordum.
Artık ne kadar bunaldıysam, insanlarla diyaloglarımda hep asgari bir göz göze buluşma olayını yapan ve karşıdakinin konuşmasının ritmine göre kafa hareketlerimle tempo tutarak, "dinliyorum canım ben seni" mesajını verebilen bi insan olarak, nasıl bezmişsem bu kaç saattir sürdüğü, nereye gidiceği belli olmayan konuşmadan... Hikayeler sonlanmadan, cümlelerde es verilmeden "he ööledir hee.." gibi hiç şık olmayan tepkiler veren adam oluvermiştim işte. Neyse ki anladı da sustu, hafif de bozuk attı ya, olur o kadar.
Bi düşün demekle yetindi ve ayağa kalkarak elini oturduğumuz banka dayayıp bakmaya başladı bana yan yan.
Ben de düşünüyim madem dedim.
Bu anlattıkları bir yerlerden tanıdık gelmişti aslında. Düşündüm, kafamı kaşıyarak... Düşündüm, bıyıklarımı burarak... Düşündüm, gözlerimi iyice kısıp, sonrasında şakağıma parmaklarımı dayamak suretiyle yüksek bir konsantrasyona geçmiş izlenimi vererek... Düşündüm... Belki hatırlayamamıştım bu anlatılanlarla nerede karşılaştığımı lakin bir şeyden emindim ki, dünya üzerinde duyduğum en saçma şeyer bunlar olmalıydı ve laf salatası biçiminde sunulan bu safsatalara inanmam bekleniyordu anladığım kadarıyla. İnanmadığımı, ben inanmadan önce anlamıştı. İçimden bu yeteneğini takdir ettim. Onu da anlar gibi oldu çünkü teşekkürlere benzer bir şey geveledi geniş ağzında. Dünya üzerinde duyduğum en saçma sözleri söyleyen zat, şimdi burasının dünya olmadığını dolayısıyla bu tarz bir düşüncenin, şu an hiç bir kıymeti harbiyesi olmadığını söyledi ve sanki yapıştı yine o en baştaki müstehzi gülümseme suratının tam ortasına. Tam kavrayamadım tabi bu son cümlesini ama çok da ...
Sana inanmıyorum dedim, inanmıyorum sana...
İnanmazsan inanma dedi... Biraz bozulsa da hiç çaktırmadı gibi geldi. Tırsmıştım...
Gitmişti.
Bitmiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder