13 Ekim 2010 Çarşamba

bir alıntı

"İnsan doğduğu için, yaşamış olduğu için, yaşlandığı, kocadığı için ölmüyor. Bir şeylerden ölüyor."

                                              Sessiz Bir Ölüm - Simone de Beauvoir

18 Haziran 2010 Cuma

Everybody Knows

Herkes bilir ki hilelidir zarlar
Herkes içinden dua edip sallar
Herkes bilir ki savaş bitti
Herkes bilir, iyiler kaybetti
Herkes bilir, bu dövüş danışıklı
Fakir gene fakir, zengin daha varlıklı
Bu işler böyledir
Herkes bunu bilir
...                                         
                                         
                                                   Leonard Cohen (çev. Bülent Somay)

13 Haziran 2010 Pazar

L'Héautontimorouménos


 



                         À J.G.F. 
  

Je te frapperai sans colère
Et sans haine, comme un boucher,
Comme Moïse le rocher
Et je ferai de ta paupière,

Pour abreuver mon Saharah
Jaillir les eaux de la souffrance.
Mon désir gonflé d'espérance
Sur tes pleurs salés nagera

Comme un vaisseau qui prend le large,
Et dans mon coeur qu'ils soûleront
Tes chers sanglots retentiront
Comme un tambour qui bat la charge!

Ne suis-je pas un faux accord
Dans la divine symphonie,
Grâce à la vorace Ironie
Qui me secoue et qui me mord

Elle est dans ma voix, la criarde!
C'est tout mon sang ce poison noir!
Je suis le sinistre miroir
Où la mégère se regarde.

Je suis la plaie et le couteau!
Je suis le soufflet et la joue!
Je suis les membres et la roue,
Et la victime et le bourreau!

Je suis de mon coeur le vampire,
— Un de ces grands abandonnés
Au rire éternel condamnés
Et qui ne peuvent plus sourire!

Charles Baudelaire

7 Mayıs 2010 Cuma

İzlenesi delilik...

Albrecht Dürer: Four Horsemen of the Apocalypse (Mahşerin 4 Atlısı)



                                                     

















Pek yakında "Mahşerin 4 Tatlısı"...

A.K.T. - C.Üstün

26 Nisan 2010 Pazartesi


 Kuyu kazman değildir beni üzen
 Kaz kazabildiğin kadar,
 Vardır saygımız her emekçiye
 Can Bilican..
 Lakin beni üzen
 O sükunet, o genişliktir
 Nolurdu biraz daha ciddi bi tavırla
 Vursaydın beline kazmayı çimin
 İşte o zaman arkanda olur
 Derdim ki..
 Dokunmayın adamıma, Bilicanıma
 Proleterdir proleter...
 Oysa senin kuyun apolitik be Bili, ah Bili...
 Dolayısıyla..
 Lümpensin,
 hatta bir
 lümpenaltısın Bilicaaanımm...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kaç Bedensin???


Kaybedensin
Kazansan dahi
Bi yolu yok yani


Kayıp bedensin 
Tüketirken tükenen
Hep sensin


Kayıp sensin
Uzaklara giden
Uzaksın dönen


Kayıp bensin
İçinde
İçimdesin


Kaybedersin 
Kayıpsın her daim
Ayıp edersin

5 Ocak 2010 Salı


"Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür."
Minima Moralia  -  Theodor W. Adorno

 

  Kartal gibi kopar da gökten kızgın bir melek,
  Daldırıp avucunu imansızın saçlarına haykırır,
  sarsa sarsa:                     
       "Kuralı öğreneceksin!"
  -iyilik meleğinim çünkü senin-
                                                             
               
              Charles Baudelaire

4 Ocak 2010 Pazartesi

esnaf sarayında mı bulacaktım aradığım huzuru

Herkesten gizli nasıl da gidiyordum oraya. Gizli mabedimdi orası benim, Dracula'nın Pensilvanyası'nda perili köşkü var ise benim de Esnaf sarayım var idi. Tam bir kültür adamıydım oysa insanların nazarında. Peki bayramlarda kapıya şeker için gelen çocuklara, kulağından fışkıran kültür parçacıklarından veren kişi ile Esnaf Sarayı adı verilen bu kadim yapının alt katında ikamet eden okul kantini kıvamındaki mekanda tost yiyip, çay içen kişi aynı kişi miydi dersiniz? Bunda bir gariplik, bir anormallik yok demeyin. O tostlar, o çayların hepsi tek bir amaç, tek bir ideal uğruna mideme iniyordu a dost bilip de en mahremimi paylaştığım insanlar... 
Kamuoyunda klasik müzikle doyurduğum sanılan ince, hassas, kırılgan ruhumun İsmail Y.K.'nın elinde oyuncak olduğunu kimlere söyleyebilirdim şu zalim dünyada, nasıl dile getirebilirdim. Kim anlardı he!! Kim anlardı, kim kulak verirdi, kim uzatıp yumuşacık omuzunu, "yaslan da ağla hele yiğidim, böğüre böğüre" derdi, kimmm!!!
Nasıl da yüksek duvarlar örmüştüm etrafıma, sanatsal tuğlalardan. Harcını metaforlardan kardığım o duvarların içinde oluşan anaforlarda nasıl da boğulmuştum. Nasıl da şu an bile Pink Floyd'un The Wall filmine gönderme yaparken aslında içimden "Nerdesinnn, beni unutsun demişsin.. Sööööleee nerdeeesinnn???" demek geliyorsa , işte öyle düşmüştüm dipsiz kuyularına Hades'in.
Yüksek sanattan daralıp bunalıp bıkıp da otantik lezzet arama klişesine katıldığımda anlamalıydım son durağımın İsmail olucağını. Ama insan yine de konduramıyor işte. Ne biliyim... Olmaz belki diyorsun, bir umut taşıyorsun yüreciğinde, bir hevestir geçer diyorsun ya geçmiyor işte... Ben de isterdim bir ömüüür boyu Tarkovski'ye sarılmak, Godard'la kapitalizmin çakıl taşlı bahçelerinde marksizmin çıkmazlarını tartışmak ya da ne biliyim Antonioni'nin sessiz insanlarına "konuşun biraz lan" diye bağırmak. Ama olmuyor işte, insan özünden kopamıyor tam olarak. O melül bakışlı İsmail, Çorum kütüklü bendenizin ruhunu ele geçiriveriyor ılık bir sonbahar mevsiminde. Artık yok dostlarım o, "azizim, üstadım, vb." nitelemeleri kullanan melankolik bakışlı, hep bööle bi hisli gibi duran sanatsever insan, yok artık, yokkk! Artık sadece bir avuç "topraaam" var. Özüm gibi severim seni İso, gırtlağına sağlık...

3 Ocak 2010 Pazar

Cazır cazırrr



Onunla ilk buluşmamızdı...
ya da son mu...
Telefon numaramı nereden bulduğunu anlamamıştım lakin garip bir his, onunla görüşmem gerektiğini fısıldıyordu sinsice.  Dediği yere tam saatinde gittim, beklemeye başladım. Bu şehirde şimdiye kadar önünden hiç geçmediğim garip bir yerdi burası ama şaşırtıcı bir biçimde bu mekanı bulmak öyle pek de zor olmamıştı. Dediğim gibi garip bir yerdi çünkü sonbaharın ortasında açmış çiçekler ve dökülmesi gereken yaprakların haddinden fazla coşkun olduğu ağaçlarla bezeli bir parktaydım. Ayrıca lüzumsuz bir huzur sarıyor gibiydi insanı ki bu his başka nasıl tarfi edilir bilemiyorum fakat anlaşılacağı üzere bilindik hislerden değişikti.
Saat akıyordu ve sonunda işte ordaydı. Bir hayli uzaktı ve hiç acelesi yoktu. Pek bi geniş adımlarla, bacaklarını sağa sola savurur gibi aça aça geliyordu bulunduğum yere doğru. Yüzünde müstehzi bir gülümseme mi vardı? Yoo, hayır. Galiba bana öyle gelmişti çünkü artık yanıma ulaşmıştı ve suratında çok net bir ifadesizlik ifadesi vardı. Hayatımda ilk kez böyle mantıksız bir tanımlama gereğini duymamın sebebi, bu surat gibisini cidden hiç görmemiş olmamdandır. Her bakışımda ifadesi değişiyormuş gibi gelen bu genç denebilecek yüz ve görece atletik olan bu vücut... Ne kadar ilginçti ki, konuştuğu ses tonuyla ve konuşma tarzıyla inanılmaz bir karşıtlık içeriyordu. İngilizce ya da Fransızca konuşsa pekala aristokratik bir konuşma tarzı denebilirdi lakin Türkçe konuştuğu için en fazla İstanbul ağzı diyebilirim bu konuşma üslubuna. Ağzından fütursuzca ve hoyratça dökülen kelimeler, bu yolculuk sırasında hiç bir engelle karşılaşmıyorlardı belli ki. Vurguları ve tonlamaları kusursuz olduğundan bi an için sözcükleri görebileceğimi bile aklımdan geçirmiştim, o derece...
Konuştuklarının muhteviyatı cidden çok geniş bir alanı kapsıyordu ve beni kendine inandırmaya çalışan, bu uğurda çırpınan bu arkadaşın motivasyon kaynağını tam anlamasam da hayatımda hiç bir konuya böylesine odaklanmışlığım baki olmadığından olacak, bi hayranlık sardı dört bir yanımı...
Anlattı da anlattı.
Uzaklara baktı, bi cigara sardı. Sardı sarmasına da ateşi yoktu bu garip delikanlının. Ben de cebimden çıkarıp yakmaya tenezzül etmeyince, "uzaklara bakarak derin düşünüyorum" fikrini vermeye yeltendiği hava parçalı bulutlu bir hal aldığı gibi, tütünsüz de kalmıştı garibim.
Sonra anlattı bi şiyler tekrar, ondan bundan. Hep hikaye ama... hep böyle büyük büyük zatların yaptığı bi şiylerden bahsediyordu. Her hikaye bitiminde kullandığı "yaaa" vurgusunun tiksintisi ve bulantısı ayak bileklerimden burun kıllarıma dek titretiyordu vücudumu. İşin en kötüsü de aralara sokuşturmaya çalıştığım kelime oyunları ve onun laflarından filizlendirdiğim geyik hamlelerimin her seferinde boşa gidişiydi. Bu kadar boş boğaz mı olurdu bir insan, bu kadar mı severdi konuşmayı ve bu ciddiyet ve bu otoriter tavır nereye kadar gidicekti, bilemiyordum, bilmek istiyordum.
Artık ne kadar bunaldıysam, insanlarla diyaloglarımda hep asgari bir göz göze buluşma olayını yapan ve karşıdakinin konuşmasının ritmine göre kafa hareketlerimle tempo tutarak, "dinliyorum canım ben seni" mesajını verebilen bi insan olarak, nasıl bezmişsem bu kaç saattir sürdüğü, nereye gidiceği belli olmayan konuşmadan... Hikayeler sonlanmadan, cümlelerde es verilmeden "he ööledir hee.." gibi hiç şık olmayan tepkiler veren adam oluvermiştim işte. Neyse ki anladı da sustu, hafif de bozuk attı ya, olur o kadar.
Bi düşün demekle yetindi ve ayağa kalkarak elini oturduğumuz banka dayayıp bakmaya başladı bana yan yan.
Ben de düşünüyim madem dedim.
Bu anlattıkları bir yerlerden tanıdık gelmişti aslında. Düşündüm, kafamı kaşıyarak... Düşündüm, bıyıklarımı burarak... Düşündüm, gözlerimi iyice kısıp, sonrasında şakağıma parmaklarımı dayamak suretiyle yüksek bir konsantrasyona geçmiş izlenimi vererek... Düşündüm... Belki hatırlayamamıştım bu anlatılanlarla nerede karşılaştığımı lakin bir şeyden emindim ki, dünya üzerinde duyduğum en saçma şeyer bunlar olmalıydı ve laf salatası biçiminde sunulan bu safsatalara inanmam bekleniyordu anladığım kadarıyla. İnanmadığımı, ben inanmadan önce anlamıştı. İçimden bu yeteneğini takdir ettim. Onu da anlar gibi oldu çünkü teşekkürlere benzer bir şey geveledi geniş ağzında. Dünya üzerinde duyduğum en saçma sözleri söyleyen zat, şimdi burasının dünya olmadığını dolayısıyla bu tarz bir düşüncenin, şu an hiç bir kıymeti harbiyesi olmadığını söyledi ve sanki yapıştı yine o en baştaki müstehzi gülümseme suratının tam ortasına. Tam kavrayamadım tabi bu son cümlesini ama çok da ...
Sana inanmıyorum dedim, inanmıyorum sana...
İnanmazsan inanma dedi... Biraz bozulsa da hiç çaktırmadı gibi geldi. Tırsmıştım...
Gitmişti.
Bitmiştim.